14 Eylül 2015 Pazartesi

Lizbonyazımda da belirttiğim üzere, Lizbon’dansonraki durağımız Madrid olmuştu. Lizbon’danyaklaşık olarak 1saat uçuş mesafesinde olan Madrid’e varmak kolay oldu.

İlk gün için yapabileceğimiz fazla bir şey yoktu. Otelimizi bulup, çevrede biraz tur attık. Ulaşım sistemini kavramaya çalıştık. Madrid’in metro sistemi gerçekten de çok gelişmiş. Hemen her köşeye metro ile anında varmak mümkün; tabii ki grev yoksa (Yazımın sonunda bu imalı cümleyi neden sarf ettiğimi anlayacaksınız).

Otelimiz oldukça ucuz bir otel olmasına karşın temizdi. Her oda da vantilatör vardı. Zaten siz siz olun, hele ki yazın gidiyorsanız İspanya’ya, kalacağınız odada klimadır, vantilatördür bir şey var mı mutlaka kontrol edin. Sonra bunalabilirsiniz. 


Otelimiz şehrin göbeğinde bulunmasına rağmen otelin sokağına girince gözlerime inanamadım. En başta “ben yanlış düşünüyorumdur kadınlar hakkında”, diye suçu kendime atsam da, çok geçmeden sokakta bekleyen kadınların gerçekten de hayat kadınları olduğu ortaya çıktı. “Zaten otelin ucuz olmasından anlamıştım ben” diye düşünürken, yaptığımız kısa şehir turunda gördüm ki, her köşe başında bir hayat kadını mutlaka bekliyordu. Benim bildiğim bu işlerin de bir adabı olurdu; yani bir sokak bellenir, herkes orayı bilir, isteyen gider türünden; fakat İspanya’da gayet rahatlar diye düsünülebilir. Gerçi bu olayın rahatlıktan çok ekonomik krizin bir getirisi olduğunu dillendirenler de gördüm.

Biz yine işin turistik yanına dönersek, Madrid beklediğimden çok daha küçük ve kurak bir şehir olarak çıktı karşıma. Şehrin en büyük (ve belki de tek büyük) parkı olan El Retiro Park dışında yeşillik görmeniz pek olası değil.

Madrid hakkındaki genel izlenimlerimden kopup, gezimizin ikinci gününden devam edeyim. Otelimize pek yakın olan ve şehrin kalbinin attığı Puerta del Sol meydanından yola çıkarak önce Museo de la Ciudad, yani Şehir Müzesi’ni ziyarete gittik. 


Aslında şehir müzesinde görmeye değer fazla bir şey yok; fakat şehrin pek çok yerinde rastlayacağınız anıtlar ve arena gibi büyük alanların tamamını görebilmenizi sağlayan maketleri inceleyebilirsiniz. Buna ek olarak, boğa güreşi seyretmeden matador kıyafetlerini tanıyabilir ve şehrin eski yaşantısı hakkında biraz bilgi sahibi olabilirsiniz (Tabii bunun için öncelikle İspanyolca biliyor olmanız gerekiyor; çünkü açıklamalar İspanyolca).




Şehir Müzesi’nde maketini de gördükten hemen sonra, ikinci durağımız elbette ki boğa güreşlerinin yapıldığı arena idi. Boğaların öldürülmesi bana pek zevkli gelmediği için güreş seyretmedik; ancak seyretmek isterseniz bilet fiyatları 8 ila 80 euro arasında değişiyordu. Arena’ya vardığımızda gezi saati bitmiş, ya da bitmek üzereydi; tam anlayamadık. Bütün çabalarımıza rağmen bilet satılan gişeyi de bulamadık; fakat bu aramalar sırasında bulduğumuz açık bir kapıdan arenaya daldık. Nitekim çevrede bizim gibi dolaşan turistler vardı. Bir kaç fotoğraf çekip geldiğimiz kapıdan geri çıktık. Zaten biz çıkar çıkmaz da bir görevli gelip kapıyı arkamızdan kilitledi. Yani anlayacağınız normalde girilmesi yasak bir kapı kullanmıştık; bedavadan arenayı da görmüş olduk.



Arenadan sonraki durağımız, daha evvel de bahsettiğim El Retiro Park’dı. Öncelikle yanımızda getirdiğimiz salatalarımızı afiyetle yedikten sonra parkı gezmeye başladık.


Parkta gerçekten de pek çok heykel vardı.  Parkta bulunan yapma küçük bir havuzda sandallarla gezinebiliyorsunuz; ancak güneşin alnında sandal turu pek keyifli görünmedi gözümüze.

Yine parkta bulunan Fallen Angel (Düşen Melek) heykeli
Parkın bir ucundan girip diğer ucundan çıkmamız, öğle yemeğimizi yeme vaktini katmazsak herhalde 1 saat sürdü. Yani Madrid’in hemen hemen tek parkı olmasına rağmen El Retiro gerçekten de büyük bir park.

Parktan çıktıktan sonraki durağımız ise gar binası idi. Açıkçası Madrid’in gar binası, mimari olarak pek bir anlam ifade etmese de içerisindeki palmiye bahçesi görülmeye değer. Hatta sırf içindeki kaplumbağaların eblehlikleri için bile görülmeye değer diye düşünüyorum. J




Gar binasındaki bu kısa palmiye bahçesi gezimizden sonra soluğu, “biraz da sanat görelim” diyerekten “Ulusal Reina Sofía Müzesi ve Sanat Merkezi”de aldık. Reina Sofia Müzesi’nde Miró, Kandinsky, Dalí, Bacon ve Picasso gibi ünlü ressamların tablolarını görebilirsiniz. Nitekim biz özellikle Dali ve Picasso için gittik.




Elbette çağdaş sanat da vardı... 


“Çağdaş” sanat eserleri beni pek açmadığından, çıkışta uzunca bir yürüyüş yaptık. Neyse ki Madrid sokakları hiç sıkıcı değil, her an bir heykele, bir çeşmeye rastlamak olası.



Böyle böyle çeşmeydi, heykeldi diyerekten önce España Meydanı’na vardık. Bu meydanda da diğer meydanlarda olduğu gibi bir dolu heykel ve çeşme vardı. Fakat bunlardan en önemlisi Cervantes ve onun ünlü karakterleri Don Kişot ve Sancho Panza’yı temsil eden heykellerdi. Hemen herkes heykellerin tepesine çıkıp poz verme derdinde olduğu için resim çekmek biraz güç oldu.


España Meydanı’nı geride bıraktıktan sonra Debod Tapınağı'na geldik. Bu tapınak Mısır tarafından İspanya’ya bir hediye olarak sunulmuş. Eğer uygun saatlerde giderseniz içini de gezebiliyorsunuz. Biz gezemedik; ama tapınağın bulunduğu tepeden güneşi batırmak hoştu.


Güneşin batışını beklerken hemen Debod Tapınağı'nın yanındaki çocuk parkının banklarında mola verdik ve bir başka ilginç olayla karşılaştık. Her şey iyi hoştu, ta ki 5-6 yaşlarındaki bir kız çocuğu hemen önümüzdeki bir ağacın dibine çöküp ihtiyacını gidermeye başlayıncaya kadar. Ağzımız açık kaldık öyle, derken bir başka çocuk da aynı şeyi tekrarladı, çevremize bakındık, bizden başka olaya dikkat eden yoktu. Açıkçası biz bayağı yadırgamıştık; ama İspanyollar için köpek yapıyorsa, çocuk da yapar prensibi işliyordu sanırım.

Güneşin batışını izledikten sonra karnımızı doyurmak üzere Sol Meydanı’na geri döndük ve bir başka ilginç seremoni ile karşılaştık. Sol Meydanı şehrin en popüler meydanı olduğu için her gün ya bir eğlence, ya da bir anma töreni var. Madrid’deyken bir gecenin boş geçtiğini görmedik. Bu kutlamaların yanında da bir dolu insanı unutmamak lazım tabii… Biz geçerken ise bir anma töreni vardı, her yerde mumlar vardı; ama ne için düzenlendiğini anlayamadık törenin.


Bu arada yeri gelmişken ekleyelim. 0km noktası Sol Meydanı’ndan geçmekteymiş; ayrıca şehrin simgesi sayılan ayı heykeli de yine bu meydanda bulunuyor.


Ertesi gün soluğu, görmeyi en heyecanla beklediğimiz América Müzesi’nde aldık. Sonuç olarak Güney Amerika’ya gitmeden Mayalar, Aztekler ve İnkalar üzerine bir müze bulmak pek kolay değil. Biz de Madrid’deki bu fırsatı değerlendirdik. :)

İlk resimde yanlış hatırlamıyorsam Azteklerden kalma bir takvimi görüyorsunuz; sonrasında deniz kabuklarından yapılmış bir müzik aleti, iki heykel, müze binası, geleneksel bir kutlama kıyafeti ve son olaraksa bir mumya görmektesiniz.



 

Bu arada söz müzelerden açılmışken belirteyim, Madrid’e uygun bir zamanda gitmeniz halinde (mesela bizim gibi cumadan-salıya dört günlük bir gezi yapabilirsiniz.) hemen hemen tüm müzeleri ücretsiz gezebilirsiniz. Nitekim bizim girdiğimiz tüm müzeler ücretsizdi.

Bu ara notu da verdikten sonra devam edeyim. Bu resimde görmekte olduğunuz tak, şehrin zafer takı imiş. Amerika Müzesine çok yakındı.


İtiraf etmeliyim sonrasında indiğimiz metro istasyonunda para atılarak çiçek alınabilen makinaları görmek bana zafer takından daha ilginç gelmişti. J


Metro ile şehrin biraz dışında kalan başka bir parka gittik; bu sefer bir kayık kiralayıp parkın ortasında bulunan gölde biraz keyif yaptık. 


Akşam çökmeden önce bir yer bulup, “Bir de yerinde Paella yiyelim” diyerekten bir restorana yönlendik. Şansımıza İspanyolca dışında dil konuşamayan; ancak çok güzel Paella yapan bir mekân bulduk. Sol meydanına yakın bir yerlerdeydi restorant, hem arkadan hem önden girişi vardı (ancak dışarda oturmak isterseniz daha fazla para ödemeniz gerekiyor); ismini hatırlayamıyorum (tesadüfen ismini buldum lokantanın: Meson Cinco Jotas. Pek çok şubesi var anladığım kadarıyla. Bizim gittiğimiz Sol meydanına yakın olandı).


Bir sonraki gün, bir değişiklik yaparak, İspanya’ya eskiden başkent olarak da hizmet etmiş olan ve asıl ününü Yüzüklerin Efendisi filmi için kılıçlar hazırlayarak kazandığı öne sürülen, Madrid'e trenle 35-40 dakika mesafedeki Toledo’ya bir ziyaret yaptık (bilet ücretleri yaklasik 20-25euro idi). Ziyaretimiz oldukça güç koşullarda gerçekleşti; öncelikle tren bileti almak için girdiğimiz kuyrukta 1 saatten fazla bekledik ve tren kaçırdık; ikinci olaraksa Toledo sokaklarında yoğun güneş ışınlarına maruz kaldık.

Gerçekten de, her ne kadar tarihi dokusu güzel bir yer olsa da, Toledo yazın gidilmemesi gereken bir yer; çünkü sokaklarda güneşten kaçabileceğiniz bir yer neredeyse mevcut değil. Mevcut olanlar da genellikle diğer turistler tarafından kapılmış oluyor. Eğer Toledo’ya yolunuz düşerse tarihi binaları gezmek dışında ne yapabilirsiniz pek bilmiyorum. Biz sokaklarını arşınlamakla geçirdik zamanımızı.

Toledo’da sıcağın yanı sıra Arap etkisi de kendini daha fazla hissettiriyordu. Mimaride bunu görmek olasıydı. Son resimde bir camii görüyorsunuz.





Toledo’dan birkaç kare daha:




Aslında Toledo’daki en önemli mekânlardan biri katedrali; özellikle çeviri açısından çok önemli bir kütüphaneye sahip. Ancak sanıyorum o zamanlar indirimli bilet 16€ civarıydı ve vermekten vaz geçtik. Sonradan aklıma geldi çeviri hareketlerinin başlamasında oldukça öncü bir yer olduğu, artık kışın gezmeye gidersek düşünürüm :)





Toledo’yu ziyaretimizle birlikte Madrid gezimizi de bitmiş oldu.

Her ne kadar sıcaktan kavrulmuş olsak da zevkli bir gezi yapmış olduk. Eğer siz de sıcaktan bunaldıysanız ve tren garının yakınlarındaysanız, genellikle sulanan palmiye bahçesinde biraz olsun rahatlayabilirsiniz.


Ya da bir köpek kadar rahat olmayı isteyebilirsiniz.


Tüm sıcağa rağmen sokaklarda para kazanmaya çalışan insanları da unutmamalı...



Ve tabii ki hayatımda ilk defa para atılarak çalıştırılan elektronik mumları görmemi sağlamış, içerisinde en az 4 tane büyük ekran lcd televizyonun bulunduğu Almudena Katedrali ve zaman kalmadığı için gezemediğimiz Kraliyet Sarayı’nı (Palacio Real) da unutmamak lazım.




Yalnız siz siz olun, Madrid’yken grev olup olmadığı iyice araştırın, yoksa son gün grev yüzünden metrolara binemeyen kalabalığın yollara akın ettiğini, tüm trafiği kitlediğini ve havaalanına gitmenin neredeyse imkânsız olduğunu deneyimleyebilirsiniz. Eh bu da pek eğlenceli bir deneyim değil. Biz az kalsın uçağı kaçırıyorduk, “neyse ki” uçağımızda 3 saat kadar rötar yaptı da istesek de kaçıramayacağımızı gördük :)

Iyi eglenceler!

0 yorum:

Yorum Gönder